11 Mayıs 2015 Pazartesi

Yazın Bittiği

Yazın bittiği her yerde söylenir. 
Böyle kırmızı kalkan görülmemiştir 
Ölüleri örten yapraklardan başka. 
Çünkü sahiden yaz bitmiştir, 
Göle bakmaktan usanır insan, 
Koru tutmaktan, yol gözlemekten; 
Çadırlar toplanır, yaralar sarılır; 
Durgun bir yolculuk, uzun bir şapka 
Artık yaprakları beklemektedir. 

Aşk mıdır kış gelince başlayan 
Beyaz kılıçla yürüyen aşka... 
Bırakmaz olur kuşlarını ülkeler, 
Yazın her yerde bittiği söylenir; 
Yorgunluklar çoğalır silahlardan sonra; 
Kardan mezarları görülür ıssızlığın 
Ölü öpüşlerin koyuluğuyla... 
Aşk kalmıştır otlarda yılı götüren, 
Cesur savaşçıları taşıyan kışa. 

Her yerde yazın bittiği söylenir, 
Çürür çiçeklere yapışan kanlar; 
Belki uzaktan iki atlı yaklaşır, 
Belki yakından iki yaprak kalkar; 
Akşamın örtüsü derelerde yıkanır, 
Gökyüzünü görünce gecenin devi 
Çıkarıp şapkasından yıldızlar saçar, 
Cüceler bunu bilir, gürgenler bilir, 
Aşkın uyumadığı her yerde söylenir.

Ü.TAMER

ÜLKÜ TAMER
Robert Kolej'den 1958 yılında mezun oldu. Yayıncılık, oyunculuk ve çevirmenlik yaptı ve 1950'li yıllarda ortaya çıkan İkinci Yeni şiir akımının önde gelen temsilcilerinden biri oldu. İkinci Yeni'ye, bu akımın ana karakteristikleri oluştuktan sonra dahil olduğu halde, kendine özgü imge dünyası ve süssüz, sade söyleyişiyle dikkati çekti. Çoğunlukla keskin bir ironiyle örülmüş derin acıların ve beşeri trajedilerin dile geldiği şiirlerinde 1970'lerden sonra toplumsal duyarlıklar da öne çıktı.
İlk şiiri 1954 yılında Avni Dökmeci'nin yönetimindeki Kaynak dergisinde yayınlandı: "Dünyanın Bir Köşesinden Lucia".
Şiirleri 1954'den itibaren Kaynak, Pazar Postası, Yeditepe, Yeni Dergi, Papirus, Sanat Olayı gibi dergilerde yayımladı. 1967'de Yeditepe Şiir Armağanı'nı kazandı.
Gelelim şiirin tahliline Bakışsız Bir Kedi Kara, Ece Ayhan şiirleri arasında muhtemelen en bilindik olanı ve en sevileni. Modernist şairin “atonal” diye nitelediği, yapısökücü bir şiirin insanları yakalayabilmesinin ardındaki “abrakadabra”yı onun şimdiye değin hemen hiç çözümlenmemiş çarpıcı imgelerinden çok müziğinde, ritminde aramalı belki de. Gerçekten de okunduğu her yerde hayranlık uyandırdığına şahit olduğum bu düşsel şiir ya da şiirsel düş, dua tadında bir sayıklama, tekerleme sihrinde bir aliterasyon ırmağı değil mi aynı zamanda? Bir yorumu tam da düşsel karakteri yüzünden çağırıyor. Ama tıpkı bir rüyadaki gibi geçişli ve birbirine dönüşen bu imge-dizeleri yorumlamak hayli güç.
Aslında bir düşten daha çok ve daha özel bir biçimde,Ödipal bir “kabus” söz konusu burada. Bakışsız Kedi Kara – Daha şiirin isminde, adeta Masonik bir biçimde üçlenen kabus “k”leri. Ayrıca şiirdeki kelimelerin çoğunluğu (kör, kadın, kelebek, kırık, kovgun, kedi, kara, kanat, korsan, körfez) ya “k” harfiyle başlar ya da bu harfi içerir. Sert ve süreksiz bir damak sessizi olan ”k”, kabusların kasvetine uygun, nefessiz kalmayı, boğulmayı çağrıştıran bir harftir. Sürtünücü “ç”, “ş” ve “f” ünsüzleri, sert “k”nin yanı sıra sıkça tekrarlanarak kabus havasını iyiden iyiye koyulturlar. Kabaca, şiirde ünsüz uyumu k-ç-ş-f ötümsüzlerinin karşısına g-r-n-z ötümlü sessizlerinin konulmasıyla elde edilmiştir, denebilir. Ötümlü bu sesler, ötümsüzlerin gırtlağın gerisine ittiği havayı tekrar ileriye doğru hareket ettirirler.
“Kabus” meselesine dönelim. Kabus neleri içeriyor, ne denli gerçek ne denli kurmaca; buraları kurcalamayı yazımın sonraki bölümlerine bırakıyorum. Çok derine dalmadan edindiğimiz izlenim, bunun ergenliğe ilk adımlarını atmakta olan, çocukluğun güvenli dünyasından ilelebet kopacağını bilinçli bilinçsiz sezinleyen bir çocuğun kabusu olduğu. Binbir cinsel karmaşa içinde bedenine yabancılaşanın yansıtma yoluyla yabancılaştırdığı dış dünyanın gerçek ve gerçeküstü tehditlerine dair ilençli kaygılar. Bu Ödipal çatışma, korkulan bir eylem halinde somutlaştığı ölçüde, şiirde çift kutuplu görünüyor: Kaçırılmak ve/veya alıkonmak. Ama belki de asıl korkutucu olan, saplantılı bir biçimde bu eylemlere eşlik edeceği düşünülen "cezalandırılma", yani savunmasız çocuk bedeninin istismarı Bu cezanın gerekçelerini tam olarak anlayamasa da çocuk, biyolojik doğasının kendisine verili toplumsal kurmacalarla çatışmasını ruhunda bütün şiddetiyle yaşar.
DANYAL YALVAÇ, KÖR KADIN
“Şiirin süreğen bir kabusa dair olduğunun başlıca işaretlerinden biri Danyal Peygamberdir; çünkü Danyal’ın bir rüya yorumlayıcısı ve kahin olarak özel bir “görü” yeteneği vardır. Görülen kabusların ve içe doğan kötü şeylerin mahiyetini açıklaması için gözyaşı dökülür Danyal’a. Şiirde “kör kadının görü sahibi Danyal’dan hemen sonra gelmesi, akla kahin tanrı Apollon’un Thebai’li kör bilicisi Tiresias’ı getirir. Tiresias, tanrıça Athena’yı çıplak yıkanırken gördüğü için gözlerinden olmuş, fakat buna karşılık – annesinin tanrıçaya yalvarmaları sonucunda - kendisine bilicilik yetisi bahşedilmiştir. Başka bir olayda Tiresias, çiftleşen yılanların üzerine asasıyla vurunca tanrıça Hera’yı sinirlendirir ve ceza olarak bir kadına dönüştürülür. Kadın bedeninde yedi yıl yaşayan Tiresias, nihayet Sofokles’in Kral Ödipus tragedyasında, bu kez babasının katilinin kim olduğunu soruşturan krala acı gerçeği açıklayan kör kahin olarak tekrar karşımıza çıkar: Katil, gerçekte kaderin cilvesi sonucunda çocuklarının hem babası hem kardeşi, annesinin hem kocası hem de oğlu olmak bahtsızlığına uğramış Ödipus’tan başkası değildir.
Öte yandan şiirdeki kör kadın (“aşağıda bir kör kadın. hısım.”), olana bitene kör kalan, kör kalmak zorunda olan “anne”yi de imliyor olabilir. “Bilinmeyen bir dilde sayıklıyor” olması, onun hem Tiresias gibi bir yabancı oluşuna hem de çocuğun annenin kendisinden ve dilinden kopmuş, eski sevgi ve şefkat sözcüklerinden mahrum kalmış olmasına bir gönderme sayılabilir. Şiirde, eğer bu sözler bir sonraki imgesel figür olan Üzünç Teyze için sarfedilmemişse, ayriyeten “göğsünde ağır bir kelebek. içinde kırık çekmeceler” deniyor kör kadın için. Kelebek, metamorfozun (şiir bağlamında cinsel dönüşümün ve dişilleşmenin) sembolü elbette; böylece eğer “kör kadın” gerçekten anne ve “kelebek” de onun dönüşüm sancıları içindeki oğluysa “göğsünde ağır bir kelebek” dizesi, annenin oğluna dert yanışı diye yorumlanabilir. “Ağır kelebek” aynı zamanda “kırık çekmeceler”le birleşince, karaciğer kelebeklerini (hastalık yapıcı parazit solucanlar) ve şekli kelebeği andıran akciğerleri de düşündürür. Dolayısıyla belki diğer bir takım organları simgeleyen “kırık çekmece”lerle birlikte, “ağır kelebek”, kadının hastalığına ve yaşlılığına, tek kelimeyle “maraz”a işaret ediyordur.
ÜZÜNÇ TEYZE
Hayli kafa karıştırıcı bir imge olarak, tavan arasında içki içip gergef işleyen Üzünç Teyze, akla evvela kendisine “bakire” dendiği kadar, “kederli/yaslı anamız” diye de hitap edilen Meryem’i getiriyor – “Beata Maria Virgo Perdolens”, “mater dolorosa” veya sadece “dolorosa”. İspanyolcadaki Lola ve Dolores gibi bazı kadın isimleri, Meryem Ana’yı niteleyen, Latincede kederli/yaslı anlamındaki bu “dolorosa” sıfatından türemiş. O halde Üzünç Teyze Sefarad olabilir mi? Bu çok fevri bir çıkarım gibi görünse de Ece Ayhan’ın SS-Struma (bkz. http://tr.wikipedia.org/wiki/Struma_(gemi)) olayına duyduğu ilgi göz önünde bulundurulur ve bunun yanına Ragıp Duran’ın "aşağıda bir kör kadın. hısım. sayıklar bir dilde bilmediğim" dizelerinde esasen Ermeni sorunundan söz edilmekte olduğu savı konulursa makul bulunabilir. Bu durumda, sınıfsal konumu işaret edercesine, aşağıda bir Ermeni, yukarda (tavan arasında) ise bir Yahudi çıkıyor ortaya.
Bakire Meryem’e dönelim, “üzünçlü anne”ye. Üzünç “teyze”, Meryemse “ana” olduğuna göre, dizede Meryem Ana’yla bağlantı dolayımlanıyor veya ikincilleştiriliyor demektir. Meryem’in kızkardeşi yok, fakat tarih boyunca kendisinin bir anlamda karşı-savı olarak kurgulanmış bir diğer Meryem, yani Mecdelli Meryem var. İngiliz dekadan şairi Swinburne, 1866’da yayımlanan (kötü) ünlü “Dolores – Yedi Çileli Anamız” şiirinde iki Meryem’e de gönderme yapacak şekilde, fakat yine de onlardan apayrı, zalim olduğu kadar şehvet düşkünü bir pagan tanrıça imgesi (Dolores) yaratmıştı. Her iki Meryem’e de gönderme yapacak şekilde, diyorum, çünkü yedi çileyi çekmiş olan Meryem Ana, öteden beri şehvetle, günahla, fahişelikle ilişkilendirilmiş olan ise Mecdellidir. Mecdelli Meryem’in de yedi sayısıyla bir ilişkisi vardır gerçi; İsa, Mecdelli’yi yedi ecinniden arındırmıştır. Tam olarak neyi ifade ettiği bilinmese de bu “yedi ecinni”nin komplike bir hastalığa işaret ettiği kabul edilir.
Yine de genç kızların kıymetli çeyiz işlerini ördükleri “gergef”le birlikte düşünüldüğünde, Üzünç Teyze, üzünçlü masumiyetini koruyor gibi. Kederinden içki içmektedir, hepsi bu. Gergef, Farsça “kargah” (dokuma tezgahı) kelimesinden türemiş, ama bu değişimi geçirirken anlamını aşağı yukarı korumuş bir kelime. Gergefin hemen çağrıştırdığı başka bir mitolojik kahraman vardır: Arakhne. Arakhne, becerikli bir dokumacı kızmış, ama yeteneğiyle fazlaca böbürlenip zanaatkar tanrıçalara meydan okuyunca Athena tarafından örümceğe çevrilmiş. Zaten “arakhne” de Yunanca “örümcek” demek. Eh, önceki dizelerde yer alan kelebek ve solucan değinilerinden sonra “tavan arasında” “gergef”ini işleyen bir örümcek imgesi de şiirde hiç yadırgatıcı durmuyor doğrusu.
Ben nedense şiiri her okuyuşumda Üzünç Teyze’ye geldiğimde Edgar Allan Poe’yu da düşünmeden edemiyorum. Salt şiirin atmosferinden, şu içki içme mevzuundan veya örümcek imgesinden ötürü değil, aynı zamanda galiba Poe’nun “Kara Kedi” diye bir kısa öyküsünün olmasından.
KEDİ KARA
“insancıl okullardan kovgun” – Bu dize Üzünç Teyze ile Kedi Kara arasında, her iki yakada da birer bacağı bulunan bir köprü gibidir. Gerçekten de Struma Yahudilerinin ve Mecdelli’nin yazgısı, tarihte bir çok egemen kültürde şeytani güçlerle işbirliği yaptıkları veya bir biçimde uğursuzluk getirdikleri inancıyla öldürülen biçare kara kedilerin yazgısıyla örtüşür bir yerde. “Hümanist ekoller”in şefkatli kanatlarından mahrum kalmış daha nice kurban söz konusudur; deliler, eşcinseller, cadı suçlamasıyla yakılan kadınlar, “castrato”lar, insafsızca cephelere sürülen ve hapislere tıkılanlar, oyun oynayacak yaşta hayatını kazanmak zorunda bırakılan emekçi çocuklar... Kedi Kara, bütün bu kötülüğün, vicdan yoksulluğunun cisimleşmiş bir sembolü falan değil, bilakis onun kurbanıdır. Alelade bir kara kedi değil de Kedi Kara oluşu da “kara”lanmışlığını vurgulamak içindir.
Poe’nun “Kara Kedi” diye bir kısa öyküsü olduğunu söylemiştim. Tesadüfe bakın ki Kedi Kara’nın “bakışsız” olanını da buluyoruz orada. Adı geçen öykünün baş kişisi olan katil, küçüklüğünde hayvanları seven, iyi bir çocuk olduğu halde nasıl olup da bir caniye dönüştüğünün hikayesini nakleder, tam da idamının arifesinde. Uğursuzluklar, adamın eve zil zurna sarhoş geldiği bir gece, Pluto adlı kara kedinin bir gözünü kızgınlıkla kör bırakmasıyla başlar, Pluto’yu ağaca astığı bir diğer gece evinin yanmasıyla tırmanışa geçer ve nihayet, öldürüp kiler duvarının arkasına sakladığı karısının cesedinin polisler tarafından bulunmasıyla son bulur. Onu ele veren şey, duvarın ardından işitilen bir kedi miyavlaması olmuştur. Adamın duvarı örerken orada unuttuğu bu kedi, sağ kalmış tek gözüyle Pluto’yu hatırlattığı için bizzat adam tarafından sokakta bulunup eve getirilmiş ikinci kara kedidir.
Kedi Karaya kör değil de “bakışsız” denmesinin ardında tesadüfün ve “kör” kelimesinin yinelenmemeye çalışılması türünden basit gerekçelerin ötesinde bir şeyler aramalı. Bakışsızlık gerçekte körlükle alakasız, bakıştan hem mahrum olmayı hem de mahrum etmeyi içeren bir durum ve bu nedenle de daha ziyade kenara itilmişlerin tepkiselliğini ifade ediyor. Bu bir yana bırakılırsa “Kedi Kara” ile şiir bağlamında Poe’nun Pluto’suna kıyasla daha yakından ilintili olabilecek bir başka “kara kedi” var. Black Cat Café (Kara Kedi Cafe) , San Francisco’da vaktiyle “Beat”lerin ve bohemlerin uğrak yeri olmasıyla ünlenmiş bir kafe-barın adı. 1933’de (ikinci defa) açılan mekan, zamanla bir gay bara dönüşmüş ve bu nedenle de bir sürü sıkıntı yaşayarak 1963 yılında kapılarına kilit vurmak zorunda kalmış. Bakışsız bir Kedi Kara kitabının 1965’de yayımlandığını hatırlayacak olursak, şayet haberdarsa konuya hassasiyetle yaklaşmış olması muhtemel Ece Ayhan’ın “Kedi Kara” ile Black Cat Café’ye göndermede bulunmuş olabileceğini düşünebiliriz. Bu düşünüldüğü anda da “insancıl okullardan kovgun” dizesi tekrar yankılanır kulaklarda.
DALGIN CAMBAZ, ESKİCİ DEDE
“Black Cat Café” bahsiyle birlikte, galiba sona bıraktığımız “dalgın cambaz”a ve “eskici dede”ye de gelmiş oldu sıra. Bunların biri “üfler”, diğeri “bağırır”; yani az veya çok şiddeti çağrıştıran eylemlerin failleri olmak gibi bir ortak noktaları vardır. Lambanın üflenmesi, korsan gemisinin körfeze girmesi: Bu duhul imgeleri, üstelik “üflemek” ve “girmek” fiillerini cinsel içerikli cümlelerde çokça geçiren bir kültürde, yadsınamaz biçimde o bağlama ait olmalılar. “Bütün bir çirkin toplumun hiçbir kirini taşısın istemiyorum” dediği dizelerinde Ece Ayhan, gündelik dilin genelgeçer imgelerini ustaca ve incelikle gizlemeyi (daha doğrusu “eritmeyi”) başarmış sayılabileceği halde sonuçta bu imgelere başvurmaktan kaçın(a)madıysa bunun ikna edici tek bir nedeni vardır: Bir noktaya kadar (veya bir noktadan sonra) sesini duyurabilmek. Şiirlerindeki dilin kirlenmesini ne denli istemiyorduysa, bu masalsı şiirin (eş)cinselliğe dair bir şiir olduğu da o ölçüde bilinsin, hiç değilse sezinlensin istiyordu.
Şiirin sonunda geniş zaman kipinin miş’li geçmişe dönüşmesi (yani “girer” yerine “girmiş” denmesi), doğrudan tanık olunmadıysa da, eylemlere belirli bir olup bitmişlik ve gerçeklik katar. Yine de bu eylemler, şiirde geniş zaman kipinde hikaye edilen olayların oluşu esnasında gerçekten de vuku buluyor mu, yoksa bunlar anımsanan, hayal edilen, rüyası ya da kabusu görülen eylemler mi, bunu şiirden yola çıkarak kesinkes söyleyebilmek zor. Keza eşcinsellik anıştırmaları da yok denecek kadar az ve olduğu kadarıyla da son derecede örtük. Hem erkek hem kadın olan Tiresias (kör kadın), kelebek, bir de Black Cat Café (Kedi Kara) – olsa olsa hepsi bu ve o da kocaman bir “belki”. Yoksa “dalgın cambaz” da, “eskici dede” de özellikle ve belirgin bir eşcinsellik çağrışımı yapmıyor. Dolayısıyla “Bakışsız bir Kedi Kara”yı ilkin Murat Nemet-Nejat’ın İngilizce çevirisinden okuyup sonraları şiirden aldığı esinle şiirle aynı adı taşıyan, fakat “zombi” temalı bir sessiz film çekmiş olan Chris King, yine Nemet-Nejat’a dayanarak şiirin aslında “genç bir İstanbul erkek fahişesinin yetişmesinin ve cinsel kimliğini açığa vuruşunun üstü örtülü öyküsü” olduğunu söylerken haklıysa – ki bence öyledir – bu, öncelikle şiirin kendisinden değil, şairinden çıkarılmış bir sonuç olmalıdır. Zira Bakışsız bir Kedi Karayı yazanın Ece Ayhan olduğunu bilmeseydik ya da Ece Ayhan “Ortodoksluklar” kitabının da şairi olmasaydı, bu sonuca hükmetmek daha çok okurun fantezisi anlamına gelirdi. Eğer bu son önermem doğru değilse, şiirde erkek eşcinselliğine apaçık bir gönderme olması gerekir ki ben tarayabildiğim kadarıyla ilgili jargonla şiir arasında öyle bir paralellik bulamadım.
Ama acaba o paralellik, kendisinden hiç kuşkulanılmayan “cambaz”da gizleniyor olabilir mi? O halde “dalgın cambaz” ve “eskici dede” hakkında (fazladan) ne söylenebilir, ona bakalım “Cambaz”ın aslı, biliyoruz ki “canbaz”dır ve o da esasen “canıyla oynayan”, “tehlikeli işlere atılan” demektir. “mb”yi söylemek “nb”ye kıyasla dudağa daha ekonomik geldiği için Türkçede nb-mb dönüşümünün birçok örneğine rastlanabilir. Cambazı biz hemen her zaman ip cambazı diye düşünürüz; halbuki Osmanlı zamanında İstanbul’daki dikilitaşlara tırmanan hüner erbabına da “canbaz” denmiş. Hatta ip cambazlarına ondan ayrı bir isim verilmiş: “rismanbaz”. Hilekar olmak veya bir işte becerikli, usta olmak, “cambaz” kelimesinin zamanla kazandığı mecazi anlamlar. Bunların dışında kelimenin iki farklı kullanımı daha var: Biri “at alıp satan veya yetiştiren kimse”, diğeri ise “Osmanlı Devleti'nde atlı olan ve savaşlarda padişahın önünde düşmana karşı ilk saldırıya geçen birlik” anlamında.
Görüldüğü üzere, “geç saatlerin denizinden” gelen cambazın denizle doğrudan ilişkili bir anlamı yok, ama atla ve savaşla bir bağlantısı var (ya da en azından varmış). O yüzden eğer “cambaz”a ille de “yamuk” bakacaksak bunu ancak elimizdeki bu neredeyse hiç bilinmeyen “at tüccarı” ve “ilk saldırıyı gerçekleştiren birlik” anlamlarıyla yapabiliriz. Öyle baktığımızda da cambazlı bu masalsı şiir, birden bire King’i ve Nemet-Nejat’ı haklı çıkarabilecek, sert bir anamorfoza uğrar. Dalgın cambaz, ilk saldırganlardan biridir; bir yetiştirici (ve belki ayrıca bir satıcı) konumundadır şimdi. Kurban çaresizdir; çünkü aşağıdaki kadın kör, yukardaki kadınsa belki alkolik, ama her halukarda duruma etki edemeyecek veya kayıtsız kalacak şekilde kendi derdine düşmüş, deyim yerindeyse, kendi derdine yanan biridir. Cambaz lambayı üfler ve ağlayan oğlanın yanına uzanır. Sonrasında, kabus imgeleri arasında olup bitenler, sokaktan geçen “eskici dede” tarafından, miş’li geçmiş zaman kipinde özetlenir: “bir korsan gemisi!girmiş körfeze”. Eskici elbette bunları haykırıyor değildir; o sadece hemen bütün eskicilerin yaptığı gibi, muhtemelen “e...skici” diye bağırıp geçiyordur. Bizim şiirde okuduğumuz, eskicinin bağırdığı değil, onun bağrışında çocuğun duyduğu şeylerdir. Artık “insancıl okullardan kovgun”ların arasına karışmış ve sokakta dolaşan bakışsız bir Kedi Karaya dönüşmüş olan çocuk, eskicinin çuvalına tıkıştırdıkları arasında kendi (çocukluğunun) “yeni ölmüş” ölüsünü de bulacaktır. Hümanist ekolün öteden beri bembeyaz kanatlı bir melek olarak kurgulayıp o şekilde betimlediği bir çocuğun kanatlarına aldırış etmeksizin öldürülerek kirli bir eskici çuvalına tıkıştırılması; masumiyetin ölümü üzerine, “kitsch”i tersine çevirip sahibine iade eden, kara bir imge bu kuşkusuz. “Eskici”nin bu imgenin tamamlanması bakımından, katil(ler)in bir tür işbirlikçisi olarak seçilmesinde de birçok “kara” etken vardır. Eskiciler, artık değer verilmeyen eşyayı o eşyanın sahiplerinin rızasıyla alıp götürürler. Bir korsanın zorla alıp götürdüğü şeyse değerli bir şey, bir ganimettir. Eskici “dede” bu anlamda, tıpkı Kemalettin Tuğcu’nun kitaplarındaki gibi, saf ve iyi biridir. Ama Ece Ayhan, tam da “dede” diye hitap ederken bir yandan da Tuğcu’nun şimdi bir çocuk eskisini çuvalına tıkmış “Eskici Baba”sına, yani kitsch’e esaslı bir darbe vurmaktan geri durmaz. Bir çocuğun büyük hayal kırıklığının ifadesi olan bu dede yüzlü korsan “eskici” ile Ece Ayhan, Kemalettin Tuğcu’ya “Sirkeci”yi sorar gibidir.
Öte yandan, eğer “cambaz” bildiğimiz “cambaz” değilse, “dalgın” bildiğimiz “dalgın” mı acaba? Dikkat isteyen bir iş yapan “cambaz”ın yanında “dalgın” sıfatı oksimoron gibi duruyor. İkinci olarak, bildiğimiz bir şey var, o da Ece Ayhan’ın “karaşın” benzeri neolojizmlerin babası oluşu. Dolayısıyla “dalgın”ın Ece Ayhan şiir dilinde “dalan”, “dalıcı”, “dal gibi” vs. başka bir anlamda kullanılmış olması kuvvetle muhtemeldir. “Geç saatlerin denizinden” dizesinde de, eğer “geç”i emir kipinde bir eylem diye alırsak, ikinci bir anlam türer: Geç “saatlerin denizi”nden!

BAKIŞSIZ BİR KEDİ KARA

Gelir dalgın bir cambaz. 
Geç saatlerin denizinden. 
Üfler lambayı. 
Uzanır ağladığım yanıma. 
Danyal yalvaç için. 
Aşağıda bir kör kadın. 
Hısım. 
Sayıklar bir dilde bilmediğim. 
Göğsünde ağır bir kelebek. 
İçinde kırık çekmeceler. 
İçer içki Üzünç Teyze tavanarasında. 
İşler gergef. 
İnsancıl okullardan kovgun. 
Geçer sokaktan bakışsız bir 
Kedi Kara. 
Çuvalında yeni ölmüş bir çocuk. 
Kanatları sığmamış. 
Bağırır Eskici Dede. 
Bir korsan gemisi! girmiş körfeze.

E.AYHAN

                             ECE AYHAN

Asıl adı Ece Ayhan Çağlardır.Babasının mal müdürlüğü göreviyle bulunduğu Datça'da ailenin ikinci çocuğu olarak dünyaya geldi. Disiplinli bir yaşam tarzı ve memurluk hayatı, edebiyat çevrelerinde bugün de “hırçın şair”, “huysuz şair” olarak anılan Ece Ayhan’ın yaradılış özelliğiyle bağdaşmayacak olgulardır. Ece Ayhan, 1966’da devlet memurluğu görevinden ayrılarak “soluk alıp verdiğini gerçekten duyduğum tek kent” dediği İstanbul’a yerleşir.
Kısa aralıklarla birçok işe giren sanatçının İstanbul’da yaptığı başlıca işler arasında;Meydan Larousse ansiklopedisinde yazarlık,Sinematek'te ve Yeni Sinema Dergisi’nde müdürlük, Genç Sinema Grubu’nda yöneticilik, Ağaoğlu Yayınevi'nde çok kısa bir süre redaktörlük sayılabilir.[2] Kansere yakalanan eşi Deniz Hafize Hanım'ı 1968'de kaybeder. Ekonomik durumunun çok kötü olması ve yaşının küçüklüğü gibi nedenlerle oğlunun bakımını eşinin ebeveynine bırakır.







https://youtu.be/Akj5C-qG4tU



EDİP CANSEVER



8 Ağustos 1928’de İstanbul’da doğdu.İstanbul Erkek Lisesi’ni bitirdi. Kapalıçarşı’da turistik eşya ve halı ticareti yapmaya başladı. 1976’dan sonra yalnızca şiirle uğraştı.Bodrum'da tatildeyken beyin kanaması geçirdi, tedavi için getirildiği İstanbul'da 28 Mayıs 1986’da yaşamını yitirdi.

10 Mayıs 2015 Pazar


MONA ROSA

Mona Rosa. Siyah güller, ak güller. 
Geyve'nin gülleri ve beyaz yatak. 
Kanadı kırık kuş merhamet ister. 
Ah senin yüzünden kana batacak. 
Mona Rosa. Siyah güller, ak güller. 

Ulur aya karşı kirli çakallar, 
Ürkek ürkek bakar tavşanlar dağa. 
Mona Rosa bugün bende bir hal var. 
Yağmur iğri iğri düşer toprağa, 
Ulur aya karşı kirli çakallar. 

Açma pencereni perdeleri çek, 
Mona Rosa seni görmemeliyim. 
Bir bakışın ölmem için yetecek. 
Anla Mona Rosa ben öteliyim. 
Açma pencereni perdeleri çek. 

Zeytin ağaçları, söğüt gölgesi, 
Bende çıkar güneş aydınlığına. 
Bir nişan yüzüğü bir kapı sesi. 
Seni hatırlatır her zaman bana. 
Zeytin ağaçları, söğüt gölgesi. 

Zambaklar en ıssız yerlerde açar 
Ve vardır her vahşi çiçekte gurur. 
Bir mumun ardında bekleyen rüzgar, 
Işıksız ruhumu sallar da durur. 
Zambaklar en ıssız yerlerde açar. 

Ellerin, ellerin ve parmakların 
Bir nar çiçeğini eziyor gibi. 
Ellerinden belli olur bir kadın, 
Denizin dibinde geziyor gibi. 
Ellerin, ellerin ve parmakların. 

Zaman ne de çabuk geçiyor Mona. 
Saat onikidir söndü lambalar 
Uyu da turnalar girsin rüyana, 
Bakma tuhaf tuhaf göğe bu kadar. 
Zaman ne de çabuk geçiyor Mona. 

Akşamları gelir incir kuşları, 
Konarlar bahçemin incirlerine. 
Kiminin rengi ak kiminin sarı. 
Ah beni vursalar bir kuş yerine. 
Akşamları gelir incir kuşları. 

Ki ben Mona Rosa bulurum seni 
İncir kuşlarının bakışlarında. 
Hayatla doldurur bu boş yelkeni. 
O masum bakışların su kenarında. 
Ki ben Mona Rosa bulurum seni. 

Kırgın kırgın bakma yüzüme Rosa. 
Henüz dinlemedin benden türküler. 
Benim aşkım uymaz öyle her saza. 
En güzel şarkıyı bir kurşun söyler. 
Kırgın kırgın bakma yüzüme Rosa. 

Artık inan bana muhacir kızı, 
Dinle ve kabul et itirafımı. 
Bir soğuk, bir mavi, bir garip sızı 
Alev alev sardı her tarafımı. 
Artık inan bana muhacir kızı. 

Yağmurlardan sonra büyürmüş başak, 
Meyvalar sabırla olgunlaşırmış. 
Bir gün gözlerimin ta içine bak 
Anlarsın ölüler niçin yaşarmış. 
Yağmurlardan sonra büyürmüş başak. 

Altın bilezikler o kokulu ten 
Cevap versin bu kuş tüyüne. 
Bir tüy ki can verir gülümsesen, 
Bir tüy ki kapalı geceye güne. 
Altın bilezikler o kokulu ten. 

Mona Rosa. Siyah güller, ak güller. 
Geyve'nin gülleri ve beyaz yatak. 
Kanadı kırık kuş merhamet ister, 
Ah senin yüzünden kana batacak. 
Mona Rosa. Siyah güller, ak güller.

S.KARAKOÇ

SEZAİ KARAKOÇ




Sezai Karakoç, 1933 yılında Diyarbakır’ın Ergani ilçesinde dünyaya gelir. Babası Yasin Efendi’nin koyduğu isim Muhammed Sezai’dir. Nüfus kayıtlarında Ahmet Sezai olarak geçer. Dedeleri, Ergani ve yöresinde oldukça etkin kişilerdendir. Babasının babası Hüseyin efendi, Plevne savaşına katılmış; Gazi Osman Paşa’nın takdirini kazanmıştır. Aile Leventoğulları olarak anılır.


Devlet, millet ve medeniyet kavramlarına farklı boyutlarda anlam yükleyen Sezai Karakoç’un kırk-bir yıllık ‘Diriliş’ doktrini etrafında düşünsel alanda bir Diriliş Nesli oluşur.

Şiir, sanat ve düşünce ile yüklü hayatına, çilesine, duygu ve duyarlıklarına değinmek çok da kolay değil. Bunun için büyük bir çalışma gerekir. Kısaca, ‘şiir üslubu bakımından, az çok İkinci Yeni’ye yakın sayılsa da, şiirinde işlediği temalar, inandığı değerler bakımından şiirimizde yeni ve değişik bir sestir’ demek mümkün.

BİR GÜN SABAH SABAH

Bir gün sabah vakti kapıyı çalsam, 
Uykudan uyandırsam seni: 
Ki, daha sisler kalkmamıştır Haliç'ten. 
Vapur düdükleri ötmededir. 
Etraf alacakaranlık, 
Köprü açıktır henüz. 
Bir gün sabah sabah kapıyı çalsam... 

Yolculuğum uzun sürmüş oldukça. 
Gece demir köprülerden geçmiştir tren. 
Dağ başında beş on haneli köyler, 
Telgraf direkleri yollar boyunca 
Koşuşup durmuş bizle beraber. 

Şarkılar söylemişim pencereden, 
Uyanıp uyanıp yine dalmışım. 
Biletim üçüncü mevki, 
Fakirlik hali. 
Lületaşından gerdanlığa gücüm yetmemiş, 
Sana Sapanca'dan bir sepet elma almışım... 

Ver elini Haydarpaşa demişiz, 
Vapur rıhtımdadır pırıl pırıl, 
Hava hafifiten soğuk, 
Deniz katran ve balık kokulu 
Köprüden kayıkla geçmişim karşıya, 
Bir nefeste çıkmışım bizim yokuşu... 

Birgün sabah sabah kapıyı vursam, 
-Kim o? Dersin uykulu sesinle içerden. 
Saçların dağınıktır, mahmursundur. 
Kimbilir ne güzel görünürsün sevgilim, 
Bir gün sabah vakti kapıyı çalsam, 
Uykudan uyandırsam seni, 
Ki, daha sisler kalkmamıştır Haliç'ten 
Fabrika düdükleri ötmededir.

T.UYAR
                    
                      TURGUT UYAR




1927 Ankara doğumlu. Askeri Liseyi ve Askeri Memurlar Okulu'nu bitirdi. İlk şiiri 1947'de Yedigün dergisinde çıktı. Kaynak dergisinin bir şiir yarışmasında Arz-ı Hal şiiri ikincilik kazanınca Nurullah Ataç'ın güvendiği şairler arasına girdi. İkinci Yeni Şiir akımının önde gelen şairlerindendir. 1985'de öldü.

BENİ ÖP SONRA DOĞUR BENİ


Şimdi 
utançtır tanelenen 
sarışın çocukların başaklarında. 

Ovadan 
gözü bağlı bir leylak kokusu ovadan 
çeviriyor o küçücük güneşimizi. 

Taşarak evlerden taraçalardan 
gelip sesime yerleşiyor. 

Sesimin esnek baldıranı 
sesimin alaca baldıranı. 

Ve kuşlara doğru 
fildişi rüzgarın tavrı. 
Dağ güneş iskeleti. 

Tahta heykeller arasında 
denizin yavrusu kocaman. 

Kan görüyorum taş görüyorum 
bütün heykeller arasında 
karabasan ılık acemi 
- uykusuzluğun sütlü inciri - 
kovanlara sızmıyor. 

Annem çok küçükken öldü 
beni öp, sonra doğur beni.

C.SÜREYA


Cemal Süreya
Asıl adı Cemalettin Seber'dir. 1931 yılında Erzincan'da doğdu, 9 Ocak 1990 tarihinde İstanbul'da öldü. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Maliye ve İktisat Bölümü'nü bitirdi. Maliye Bakanlığı'nda müfettişlik, darphane müdürü, Kültür Bakanlığı'nda yayın kurulu danışma üyeliği, Orta Doğu İktisat Bankası yönetim kurulu üyeliği görevlerinde bulundu. Yayınevlerinde danışmanlık, ansiklopedilerde redaktörlük, çevirmenlik yaptı.

Papirüs dergisini üç kez çeşitli aralıklarla çıkardı. Pazar Postası, Yeditepe, Oluşum, Türkiye Yazıları, Politika, Yeni Ulus, Aydınlık, Saçak, Yazko Somut, 2000'e Doğru gibi yayın organlarında şiir ve yazılarını yayımladı.

İkinci Yeni şiirinin en önemli isimlerindendir. Geleneğe karşı olmasına karşın geleneği şiirinde en güzel kullanan şairlerden birisiydi. Kendine özgü söyleyiş biçimi ve şaşırtıcı buluşlarıyla, zengin birikimi ile, duyarlı, çarpıcı,yoğun, diri imgeleriyle İkinci Yeni şiirinin en başarılı örneklerini vermiştir.